..................................................................
Yapı Kredi Yayınları 2001 Sayfa: 95
Çalışacağım yazmaya,aklımda kalanları,olaylar zincirinden zihnimde kalanları yazmaya. Belki genel bir sonuca varırım,hayır,fakat,içim rahat eder,inanabilirim kendim.-Çünkü benim için hiç önemi yok,inanmış inanmamış başkaları.-Lalin tek korkum:yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan.
Hayat tecrübemle şu yargıya vardım ki,başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var,anladım,elden geldiğince susmam gerek,elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım.Ve şimdi yazmaya karar vermişsem bunun tek nedeni kendimi gölgeme tantmak isteğidir.
Bütün hayatımı bir salkım üzüm gibi avucumda sıkmak istiyorum,suyunu,hayır şarabınıdamladamla,gölgemin kurumuş boğazına akıtmak istiyorum,kutsal su gibi.
Kör Baykuş, zaman kavramının dışında, geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanın iç içe geçtiği; gerçeklerle düşlerin karışıp kahramanların birbirine dönüştüğü özgün bir masalsı anlatı...eser, yapısalcı, psikanalitik, sosyolojik okumalara açık.
................................................................
Metis 2011Sayfa 284
Bir neden arayışı kendinde ya da ötekilerde bir suçlu aramaya götürüyor.
Sadece sen yolunu kaybetmiş değilsin, yolun kendisi de kaybolmuş.Dahası sadece yol değil,eğer bir zamanlar olmuşsa, yolun olduğuna dair ne varsa -herhangi bir işaret,bir iz bir belirti-onlar da kaybolmuş.Kimbilir belki tuhaf bir labirenttir bu,dolambaçlı,karmaşık yollardan değil de yolların dümdüz yokluğundan oluşmaktadır.
İnsan bir kağıt parçası gibi ezilemiyordu işte. Ne başkası tarafından, ne de bütün yaşamı boyunca bunun için uğraşsa bile kendi tarafından-bu yapılamıyordu.İnsan bir hiç değildi,hiçten biraz daha fazla bir şeydi. Biraz daha fazla,çok değil:), belki biraz, ama ne büyüleyici bir fazla bu.
Demek, diyorsun,tüm bunların olması gerekiyordu,tüm bunları yaşamam, yaşadığım her şeyi, tam şimdiki noktaya kadar yaşamam gerekiyordu.Tüm bunları, kabul etmek ne kadar güç olsa da burada olup bitenleri bile. Asıl hücreyi anlamam için demek sonunda bu hücre gerekiyordu.
Bir açıdan, diye düşünüyorsun-bu bildiğim bir şey.Benzer olayları bolca duymuş olduğumdan değil, yaşamımın tümünü az çok böyle geçirdiğim için; çok farklı bir biçimde olsa bile bunun gibi bir hücrede, görünmez işkencecilerin elinde. Aslında biri tam şimdi tüm bunları çok önce bir kere daha yaşamış olduğumu söylese hiç şaşırmazdım.
......................................................................
KALECİNİN PENALTI ANINDAKİ ENDİŞESİ
Peter Handke
Peter Handke
Ayrıntı 1995 Sayfa 96
Bir tek sözcükle tanımlamak gerekirse, dille dünya arasındaki ''boş'' luğun romanı. ''Uygar'' insanların ilişkisinin =ilişkisizliğinin yarattığı ''boş'' luğun ''özgürleştirici'' ve ''öldürücü'' boyutları üzerine kurulu... Romanı edebiyat estetiği açısından farklı kılan yan, Handke'nin dile olağanüstü bir önem vererek ''boş''luğun üslûbunu yaratmış olmasıdır. Klasik romanlardaki tip yoktur... Metinde, kalecinin penaltı anında duyduğu endişenin bütün bir hayata yayılmasından duyulan tedirginlik ve dili kurmadaki eksikliği işlenir. Handke'ye göre, ''Edebiyatın görevi toplumsal koşullandırmayı yıkmak ve kültürün insan ve doğa üstündeki baskısını kaldırmaktır. Ama edebiyatın kendisi de her zaman için kültürün bir parçasıdır ve dolayısıyla kendi içine dönük ve kendine yeniktir. Yazmak, kendi kendini hapsetmek, kendini yaşamdan uzaklaştırmaktır ve bu da bir tür şizofrenidir aslında.''
...........................................................................................................
MÜHÜRLENMİŞ ZAMAN/Andrey Tarkovski
Agora 2010 264 Sayfa

Sanıldığının aksine, sanatın işlevsel amacı, düşünmeyi teşvik etmek, bir düşünce iletmek ya da bir örnek oluşturmak değildir. Hayır, sanatın amacı, daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli kösesinden vurmaktır.
İmge, hakikatin suretidir. Körlüğümüzden aman bulup ufacık bir parıltısını yakalayabildiğimiz hakikatin sureti…
Sinema, genellikle anlaşılması zor, yüksek bir yaratıcılık gerilimi içeren bir özgün sanat biçimidir. Bu, ben anlaşılmak istemiyorum demek değil, ama Spielberg gibi, örneğin genel kitle için bir film yapamam. Eğer yapabileceğimi keşfetseydim acı duyardım. Eğer genel bir izleyici kitlesine ulaşmak istiyorsanız, Star Wars ve Superman gibi, sanatla hiç ilgisi olmayan filmler yapmalısınız. Bununla halkın ***** olduğunu söylemek istemiyorum, ama onları memnun etmek için de kesinlikle böyle bir ıstıraba katlanamam. Sinema, insanlığa hiçbir şey öğretemez, çünkü insanlık, hiçbir şey öğrenemeyeceğini, son dört bin yılda yeteri kadar ispatlamıştır.
..........................................................................................................
YKY 2010 96 Sayfa
Kitaplar ve fahişeler yatağa alınabilir.
Kitaplar ve fahişeler zamanı çapraza alır.
Kitaplara ve fahişelere bakan, dakikaların çok değerli olduğunu fark etmez. Gece üzerinde gündüz, gündüz üzerinde gece gibi egemendirler.
Kitaplar ve fahişeler oldum olası birbirlerine karşı mutsuz bir aşk içindedirler.
Kitpalar ve fahişeler – her ikisinin de sırtlarından geçinen ve onları sömürüen, ezenkendilerine özgü erkekleri vardır. Kitaplarınki eleştirmenlerdir.
Kamuya açık evlerdeki kitaplar ve fahişeler – yüksekokul öğrencileri için.
Kitaplar ve fahişeler – sonlarını onlara sahip olan kişinin gördüğü enderdir. Ömürleri dolamadan ortadan kaybolurlar.
Kitaplar ve fahişeler nasıl bu hale geldiklerini seve seve, hem de yalan söyleye söyleye anlatırlar. Anlaşılan, gerçekte çoğu zaman kendileri de farkına varmamışlardır. Bu hikayelerde yıllarca yıllarca “aşk yüzünden” her şeye katlanılmıştır, sonra günün birinde, piyasayı hep “ders almak amacıyla” gözaltında bulunduragelmiş latif beden sokağa düşüvermiştir.
Kitaplar ve fahişeler sergilenirken sırtlarını çevirmeyi severler.
Kitapların ve fahişelerin yavrusu çok olur.
Kitaplar ve fahişeler – “yaşlı rahibe – genç orospu”. Zamanında tukaka edilip şimdi gençliğe ders olması istenen nice kitap vardır.
Kitaplar ve fahişeler kavgalarını elalemin önüne çıkarır.
Kitaplar ve fahişeler – birinde dipnotları, öbürünün çorabında kağıt paralar. (cümle düşüklükleri bana değil çevirmene aittir.)..................................................................
Bu kitap bir yazarı başka yazarlar ışığında okuyan denemelerden oluşuyor. Bir başka ifadeyle yolcu metin ilişkisinde sınırlar ötesi akış ve iç içe geçen benzerlikler. Kitaptan öğrendiğimiz kadarıyla ‘neden ben değil de bir başka yazarın bu cümle/kitap düşüncesi her yazarın kabusuymuş.
Yazarların birbirlerini okuyup etkilenme durumları da var tabi … Zaten hiçbir yazar eserini boş bir arazi de inşa etmez. Bunun dışında zihinsel akışa dair benzerlikler yanında imgeleme dair benzerlikler de mevcut. Hatta o kadar ki farklı kontekslerde seyrettiğini sandığımız yazarların aynı anlatının sınırları içine nasıl dahil olduklarını da gözlemliyorsunuz. Tabi burada sorulması gereken, yazarların bunun farkında olup olmadıkları … bilinçli olarak mı böyle bir tercihte bulundukları ve eğer öyleyse neden sorusu da sorulması ve anlaşılır hale getirilmesi gerekiyor. Ve Julia Kristeva 60’ların sonlarında ‘metinlerarasılık’ kavramını ortaya attığında, yapıtı yoktan var eden bir yaratıcı – yazar imgesini sorguluyor ve edebiyat metinlerinin kendisinden önce üretilmiş metinlerle konuşarak dokunmuş olduğunu söylüyor.
Kitap Dostoyevski ile başlıyor. Onun yazılarında çokca kullandığı ‘böcek’ imgesinin Kafka ve Tanpınar’daki izdüşümlerini açığa çıkartıyor. Aynı imgeyi kullanmak kadar farklılaşan yönlerine de dikkat çekiyor. Farklılaşmanın arkaplanını ise yazarlar – konjüktür ilişkisiyle ilintilemek mümkün. Her yazar döneminin entellektürel sorunlarıyla da kendini alakalandırdığı için benzer imge farklı atraksiyonlarla sonuçlandırılıyor. Dolayısıyla Dostoyevski de muhalif ve bir o kadar da güç merkezli anlatının içine yerleştirilen ‘böcek’ Kafka’da güçsüz bir haşereye dönüşüyor.
Baba Oğul ilişkisi üzerine metinleştirilen ‘Babama Mektupları, Oğuz Atay, Kafka, Dostoyevski, Cemil Meriç, Freud… üzerinden anlatıyor Gürbilek. Baba oğul arasında ki çatışmanın düğüm noktası oğlunun okuduğu ve tabi etkilendiği kitaplar oluyor. Hal böyle olunca da oğlun okudukları uydurma yazdıkları deli saçması olarak kabul ediliyor. Buna meydan okumak isteyen oğul ise uydurma ebeveynlerden güç alıyor. Buradaki paradoks ise, uydurma olsun olmasın bir ebeveyn inşası veya gerekliliği… Atay’ın baba figürü oğlun okuduğu kitaplardan etkilenerek kudretini batılı amcalara kaptırdığında artık değişen şartların etkisini de hissettirmek gerekiyor. Güçsüz, empatiye muhtaç anlaşılmayı bekleyen bir babaya karşı Atay, seninde bilinçaltın var mıydı ? baba diye seslenmekten kendini alamaz.
...................................................................
KABİL Jose Saramago
Kırmızı Kedi Yayınevi 2011 152 Sayfa
Saramago, Adem ve Havva’nın yaradılışı ve cennet bahçesinden kovulmalarına sebep olan olaylar zinciriyle başlıyor hikâyesine. ‘Sorgulayan ve eleştiren insanı’ Kabil’de kişileştirip sadece tarihin gördüğü ilk cinayeti değil, “Tanrının anlatılan tüm gazapları”nı da masaya yatırıyor. Keskin tavrını da daha ilk satırlarda gösteriyor: “Tanrı adı ile bilinen efendi, gözle görülür her şeyleriyle kusursuz oldukları belli adem ile havva’ nın ağzından ne tek kelime çıktığını ne de ilkel bile olsa bir ses yayabildiklerini fark edince, kesinlikle kendine öfkelenmiş olmalı, çünkü cennet bahçesinde bu büyük mü büyük hatadan sorumlu tutabileceği başka kimse yoktu;(…)” (syf:1)
Saramago, tek Tanrılı dinlere ait hemen hemen tüm kutsal metinlerde ortak payda bulan olaylar ve efsaneleri, Kabil’in hayali zaman (onun deyimi ile şimdiki zaman) yolculuğu sırasında yeniden tartışmaya açıyor hiç çekinmeden ve korkmadan. Ama bu metinlerin gerçekliğini veya ‘Tanrı’nın varlığını değil, metinlerin özünü oluşturan “Tanrı Adaleti”nin geçerliliğini ve haklılığını tartışıyor. Bunu yaparken de Tanrı’yı sanık kürsüsüne oturtmaktan çekinmiyor. Böylece, okurun kendisine bırakıyor gerçeklik tartışmasını ve okura hedefinin “varlık” değil “olgu” olduğunu gösteriyor.
“…Tanrı’mız, göğün ve yerin yaratıcısı tam bir zırdeli,… Çünkü yalnızca eylemlerinin bilincinde olmayan bir deli yüz binlerce kişinin ölümünden sorumlu olmayı ve sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranmayı kabul edebilir, tabii eğer, sonuçta, delilik yoksa, irade dışı, sahici delilik yoksa, dosdoğru kötülüktür bu(…)”
ÖLEN HAYVAN /Philip Roth
Ayrıntı Yayınları 2007 109 Sayfa
Ölen Hayvan, cinsellik ve ölüm temalarını çarpıcı bir biçimde ele alan bir roman.
David Kepesh, Amerika'daki cinsel devrim yıllarında, hiçbir engel tanımaksızın erotik zevklerin peşinde koşmaya ant içerek eşini ve oğlunu terk etmiş bir akademisyendir.
Gerek üniversitede yarattığı entelektüel imaj, gerek bir edebiyat eleştirmeni olarak bir TV kanalının yayınlarında görünmesi, kız öğrencileri için onu çekici kılmıştır.
Kepesh, yetmiş yaşındadır ve konuşma dili üslubuyla, kim olduğunu okurun bilmediği ve yalnızca romanın sonunda kendisine bir iki sözcükle cevap veren birisine, eski öğrencilerinden Consuela Castillo'yla altmış iki yaşındayken yaşadığı ilişkiyi anlatır. Bu ilişkiden önce pek çok kadınla giriştiği beraberliklerini hiçbir zaman ciddi bir bağlılığa dönüştürmeden sürdürmeye kararlı olmasına karşın, yirmi dört yaşındaki Küba kökenli Consuela, Kepesh'in aklını başından alır. Ona duyduğu tutku bir saplantıya dönüşür, onu kaybedeceği kaygısı, kapıldığı kıskançlık krizleri hayatını cehenneme çevirir. Ama daha ilişkinin başlarındayken bile, aralarındaki yaş farkının kaçınılmaz acıklılığının ve bunun belki de kendisi için son bir ilişki olduğunun bilincindedir.
Consuela ise bu ilişkiye egemendir ve farkında olmasa bile Kepeshi kendi narsizmini besleyen bir araç olarak kullanır.
Roman, her ne kadar bu ihtiraslı ilişkinin öyküsünü anlatıyorsa da, okur bir yandan da ABD'de 1960'lı ve 70'li yıllarda gerçekleşen ve cinsel devrimi de içeren kültür devrimiyle ilgili çarpıcı bir sorgulama ve tartışmaya da sürüklenir. Zira yaşlı bir erkek ölümlülüğünün bilincine varırken, sürdüğü yaşamın ve yaşadığı dünyanın anlamını çözmeye çalışmaktadır
.........................................................................................................
KENARDA/Ayhan Geçkin
Metis Yayınları 2003 199 Sayfa
Anımsamıyordu. Eskiden neydi? Anımsamaya da çalışmıyordu. Zaman zaman pencereden görünen manzaranın eski biçimi diye düşündüğü bir görüntü belleğinde canlanır gibi oluyordu, sokak belirip siliniyordu, sanki bunlar eskiden ne olduğunu, şimdi dönüştüğü şeyi açıklayabilirmiş gibi. Eskiden ne olduğu öteki kıyıda, çatlağın öte tarafında kalmıştı, bu doğru – şimdi olduğu şey ise tuhaf bir boşlukta. Anımsayamazdı, anımsayanın kim olduğunu bile söyleyemezdi...
Bir konusu, bir başkahramanı bile yoktu. Bir şehirdi anlatılan İstanbul'a çok benzeyen. 'Kenarda'yı okudukça, yaşadığım hayatı 'hiç'leştirdiğimi fark ettim. Dünya bir kuyuydu, biz 'hayat' diye durmadan kazıyorduk; kazdıkça kuyu daha da derinleşiyordu...
.........................................................................................................
.........................................................................................................
Can Yayınları 119 Sayfa
Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da, roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz (burada Kafka etkisinden söz edilebilir). Camus’un yabancısının yabancılaşmasını kendi ağzından şöyle aktarabiliriz; ‘yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.’ Kitapta, Meursault'un topluma, kendine, ölümü bile kabul edebilecek kadar hayata , kısacası tüm varoluşa yabancılaşması yalın bir dille anlatılır.
Kişi yaşadığı dünyaya ve eylemlerine yabancılaşmıştır. Bu 'yabancı'laşmanın, Camus için Marksist bir yabancılaşma öğretisi ile bir ilişkisi olmadığını vurgulamak gerekiyor. Buradaki yabancılaşma Camus’nün ünlü ‘absürd’ (saçma) felsefi kategorisinden çıkar. Yine kahramanına söylettiği ‘herkes bilir ki, hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir, aslında 30 ya da 70 yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim, çünkü her iki halde de gayet tabii olarak başka erkekler ve kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir (...) İnsan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve nezaman olacağının önemi yoktur’ sözleri, çağdaş nihilizmin "saçma" kavramı altında irdelenmesidir.
....................................................
Agamemnon'un oğlu Orestes ve Elektra'nın lalası bir ihtiyar, Aigisthos öldürmesin diye Orestes'i kaçırır ve başka bir
ülkeye gönderir.Elektra sarayda acılar çekerek yalnız kalır. Aigisthos, Elektra'yı güçlü bir soy doğurmasından ve
babasının öcünü almaya çalışmasından korktuğu için fakir bir rençberle evlendirir. Küçük düşen Elektra kin ve nefret
saygısından dokunmamıştır, Elektra hala bakiredir.) ve Orestes'le beraber annelerini de öldürürler. Fakat iki kardeş,
annelerini öldürdükleri için pişman olur, suçluluk duyarlar. Orestes ülkesinden sürülüp giderken,
Elektra fakir bir köylükarısı olarak kalır ve sevgili
kardeşini bir daha göremez. Elektra da vicdanı ve hırsları arasında kalmış bir karakterdir.
etrafında olup bitenlere karşı bir yandan kendinden geçme
ve bütün sığınakları yıkmak
kovuklara sığınmanın konforundan kurtulmak
haykıran sahte zaferlerin muzaffer edasından silkinmek
zafer ve ganimet ayrıştı
ganimetler şimdi zorbalığın bayrağı altında toplanıyor
ne yenilgi ne zafer
ilk galibiyet soruların olacak
Bu saçma (absürd) kavramı o dönem varoluşçularının birinci derecede önemli bir tezi. Daha sonra Sartre, Marksizmle Varoluşçuluğu buluşturma çabasıyla, "saçma"yı daha anlamlı bir biçimde, eylemsel zorunluluğun altını çizmek adına kullanmaya çalıştı. Ama Camus’nün saçması daima metafizik öğeler taşıdı ve Nihilizmin yerine ahlakî bir eylemlilikten söz etti.
Özetle söylenmesi gerekirse, dünya boş ve manasız, her şey, insan, hayat, toplum saçmadır. Evrensel bir saçmalıktır bu. Bunu düşünmek çok yorucu, hayattan bezdiricidir. Yaşamın tekdüzeliği altında, makineleşmiş bir dünyada makineleşmiş insan, ölümü bile rahatlıkla kabul eder. Hayat yaşamaya değmez. Yabancı’yı okurken, bütün olağan dışılığına rağmen öykünün doğallığı, kahramanın ölümü kabullenişindeki doğallık bizi rahatsız eder, dünyanın saçmalığı vurgusunu kuvvetlendirir. Mersault’un yaşama sıkıntısına paralel bir sıkıntı okuyucuda da uyanır. Bütün kişilerin yaşamları ve eylemleri de boş ve anlamsız gelir size.
Romancının kahramanı ile paylaştığı şey, bilhassa duyu organlarından aldığı zevktir. “Onun zihnini baştan başa işgal eden şey tabiat ile denizin oynaşmasıdır. İnsan oynaşmanın tadını Kuzey Afrika’da, plajlarda benzerlerinin yanık vücutları arasında çıkarır ve hiçbir şey yüzmenin cilvelerinden çıkan zevkin derecesinden daha iyisini vermez. Denize dalmak, tabiatla düğün dernek etmektir. Suya girme, soğuk ve donuk bir aldatıcılığın yükselişi duygusuna kapılmadır. Sonra kulakların uğultusu ile dalış, akan burun ve acık ağız-yüzme, suyun parlattığı kolların, güneşte yaldızlanması için denizden çıkışı ve bütün adalelerin bir bükülmesiyle düşüşü, vücudumun üzerinde suyun akışı, bacaklarımla bu su dalgacıklarını yakalayış...” ifadelerinde olduğu gibi.....................................................
Mitos Yayınları 2009 88 Sayfa
Elektra Sofokles'in aynı adlı oyununun başkarakteridir. Mitolojide parlak anlamına gelen addır. Argos kralı Agaemnon'un kızıdır. Elektra'nın annesi Klytaimnestra ve Klytaimnestra'nın aşığı Aigisthos, Agamemnon'u öldürürler. Agamemnon'un oğlu Orestes ve Elektra'nın lalası bir ihtiyar, Aigisthos öldürmesin diye Orestes'i kaçırır ve başka bir
ülkeye gönderir.Elektra sarayda acılar çekerek yalnız kalır. Aigisthos, Elektra'yı güçlü bir soy doğurmasından ve
babasının öcünü almaya çalışmasından korktuğu için fakir bir rençberle evlendirir. Küçük düşen Elektra kin ve nefret
içinde kardeşi Orestes'in döneceği ve annesi ile aşığından intikamlarını alacakları günü beklemeye başlar. Elektra,
çocuk doğurduğunu söyleyerek annesini evine çağırır (oysa evlendirildiği kocası, Elektra bir soylu olduğu için ona saygısından dokunmamıştır, Elektra hala bakiredir.) ve Orestes'le beraber annelerini de öldürürler. Fakat iki kardeş,
annelerini öldürdükleri için pişman olur, suçluluk duyarlar. Orestes ülkesinden sürülüp giderken,
Elektra fakir bir köylükarısı olarak kalır ve sevgili
kardeşini bir daha göremez. Elektra da vicdanı ve hırsları arasında kalmış bir karakterdir.
Herkesin hakettiğini bulmasından yanadır ama bir yandan da annesine verdiği cezanın acısını yaşar.
..................................................................
YKY 2002 204 Sayfa
20. Yüzyıl'ın en büyük düşünürlerinden, kültür tarihçisi ve eleştirmen Walter Benjamin'in yaşamöyküsü, yazılarında "ben" sözcüğünü kullanmamayı bir yararlılık olarak gören yazarın dünyasını bütün yönleriyle gözler önüne seriyor.
Benjamin'in Berlin'de geçen çocukluğu, üniversitede arkadaşlarıyla oluşturduğu gençlik hareketi, doçentlik tezinin reddedilmesi, "tanıdığım en mükemmel kadınlardan biri" dediği Rus devrimci Asja Lacis ve heykeltıraş Jula Cohn'la yaşadığı umutsuz aşk ilişkileri, Jean Selz, Gershom Scholem, Bertolt Brecht, Theodor W. Adorno ile dostlukları, Moskova günleri, Berlin ve Frankfurt'ta hazırladığı 85 radyo programı, Dora Pollak'la başarısız evliliği, sürgün ve göç dönemleri, Georges Batalille'ın Bibliotheque Nationale'de saklayarak Nazilerden kurtardığı Pasajlar Çalışması, toplama kampında gazete çıkarma planları ve intiharı...
Walter Benjamin kitabı, büyük bir kültür adamının düşkırıklıkları ve hüzünle dolu öyküsü.
................................................................
YAKIN PLAN TÜRKİYE SİNEMASI/Zahit Atam
Dört Kurucu Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaimoğlu, Zahit Atam Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması, siyasal iktidar-sinema ilişkisinin kurulması ve sinema tarihimizin dönemlendirilmesi ile başlıyor. Bir doğu ülkesi olarak batıyla yüzleşme çabalarımız ve estetik arayışlarımızla birlikte sosyo-ekonomik yapımızdan psikolojik alana kadar derin ve köklü bir kırılma olan 12 Eylül'ün yarattığı yıkımların nasıl bir dönüşüm geçirerek Yeni Sinemada yansıtıldığını analizin merkezine alıyor. Dört Kurucu Yönetmenin bütün filmlerinin yakın plan analizi yapılırken, 'yeni'nin tarihsel farklılıklarının izi sürülüyor. Bu zeminde yeni sinemamızın kuramlaştırılmasıyla birlikte yeni sinemanın siyasal söylemi tabloyu tamamlıyor.
Tanıtımı yapılan Yakın Plan Yeni Türkiye Sinemasıkitabı ile ilgili beğeni,eleştiri ve düşüncelerinizi yorum yaz kısmını kullanarak diğer kitap okuyucuları ile paylaşabilirsiniz. Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması kitabını beğendiyseniz,aşağıdaki sosyal medya paylaşım linklerini kullanarak arkadaşlarınızla paylaşabilirsiniz.
Yitirilmişlerin Ardından Yarınlara Bak
yollara düşeceksin tuzlu suyla
kavrulmadan ahlakın kurulduğu
görülmüş müdür?
kavrulmuş dudaklarla suya hasret çekmeden
değeri bilinmiş midir?etrafında olup bitenlere karşı bir yandan kendinden geçme
öte yandan derin bir şaşkınlık
önce içine gömüldün
önce ötekilerin içinde ötekileri duymadın
önce sessizliğin derinliğiyle varlığıyla baş başa kaldın
bedeni unuttuğunla varlığını hissettin
hafiflemek önce hafiflemek bedenin esaretinden kurtulmak
ilişkilerin ağırlığından bitesiye bitmez ilişkilerin kuru
yükünden azade olmak
baktıklarının ortasında yok olmak
sessiz soruların hücuma geçişi
sorularından bir sığınak yapmakve bütün sığınakları yıkmak
kovuklara sığınmanın konforundan kurtulmak
haykıran sahte zaferlerin muzaffer edasından silkinmek
zafer ve ganimet ayrıştı
ganimetler şimdi zorbalığın bayrağı altında toplanıyor
ne yenilgi ne zafer
ilk galibiyet soruların olacak
bildiklerin şimdi tek tek yıkılıyor
her geçmişin ağır yükünü taşıyan yanıt yeni bir sorunun
saldırısı altında ufalandı
bilmezliğin verdiği saflığa yakınlaşıyorsun
söylem inşa edilmeden
dile gelmez olanların hissiyle bezendin
şimdi sessizlik kalenin burçlarına bayrağını dikti
şimdi inanmazlık bakışlarına hakim
şimdi olana hayret içinde bakıyorsun
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder