KİTAPLAR 2013


PRAG MEZARLIĞI
UMBERTO ECO
Doğan Kitap
496 sayfa
Hikâye artık iyice yaşlanmış, belleği zayıflamış Simonini’nin hatıralarını kaydetmesi şeklinde kurgulanmış. Ne var ki tuhaf bir hatıra defteri bu. Çünkü defterin bazı sayfalarında başka bir karakter -Rahip Dalla Piccola- çıkıyor ortaya ve Simonini’nin eksik bıraktığı yerleri tamamlıyor. Birbirleri ile deftere bıraktıkları notlar aracılığıyla haberleşen bu iki adamın aynı evde kalıp birbirleriyle karşılaşmamaları belirsiz. Bu nedenle birbirlerinin ikinci kişiliği olup olmadığından şüphe içindeler. 
Şüphe, Simonini’nin kişiliğinin bir parçası. Her şeyden şüpheleniyor, herkesten nefret ediyor Simonini; cizvitlerden, masonlardan, komünistlerden, kadınlardan, İtalyanlardan, Fransızlardan, ama en çok –dedesinin telkinleri sayesinde- Yahudilerden. Aslında diğerlerinden nefret etmesinin ardında onların Yahudilere hizmet ettiği sabit fikri yatıyor. Dedesinden kahramanımıza miras kalan inanışa göre Hristiyanlık karşıtı bütün tahrikler Yahudilerden kaynaklanıyor. Hatta Vatikan’a bile ulaşacak kadar sinsi ve güçlüler. Komünistler zaten Yahudi. Cizvitler, Gül Haçlılar, Templier şövalyeleri, masonlar, illuminati üyeleri,hepsi de Yahudilerin hizmetinde. Kısacası zihni tamamiyle komplocu bir mantığa göre düzenlenmiş.
...........................................................................
BÜYÜK DEFTER
AGOTHA CRISTOF
AFA Yayınları
Roman isimleri hiç söylenmeyen küçük ikizlerin Büyük Şehir’den taşraya götürülmesi ile başlıyor. Anne çocuklarını, anneanneye emanet etmek zorunda. Büyük şehir korunmasız, bombalar patlıyor, savaş tüm hızı ile sürüyor. Babaları altı aydır cephede.
Anneanne küçük şehrin bitiminde, sınıra çok yakın bir evde oturuyor. İnsanlıktan uzaklaşılmış zamanlar.
İkizler kendilerini bedensel ve zihinsel olarak eğitmeye başlıyor. Ellerinde sadece Kutsal Kitap ve babalarından kalan sözlük var.
Komposizyonlar yazıp birbirlerine okuyorlar. Yazdıkları “iyi değil” ise yakıp, “iyi” ise Büyük Defter’e temize çekiyorlar.
“İyi” ve “iyi değil” için çok basit kuralımız var: Kompozisyon “gerçek” olmalı. Olanı yazmalıyız, gördüğümüzü, duyduğumuzu, yaptığımızı.
Örneğin “Anneanne bir Cadı’ya benziyor yazmak yasak ama “insanlar Anneanne’ye Cadı diyor” yazmak serbest.…
Aynı ölçüde “Posta iyi” diye yazamayız, bu gerçek değil; çünkü Posta bizim bilmediğimiz kötülükleri yapabilecek biri belki. Bu yüzden yalnızca “Posta bize battaniye veriyor” yazıyoruz.
“Çok ceviz yiyoruz” yazabiliriz; ama “ceviz severiz” yazamayız, çünkü “sevmek” kesin bir sözcük değil, belirginlikten ve nesnellikten uzak. “Ceviz sevmek” ile “Anneannemizi sevmek” aynı şeyi ifade edemez. Birinci cümle ağızdaki hoş tadı belirtir, ikincisi duyguyu. (sy.31)
Romanın dili çok sade. Metni çok sert, keskin. Acımak, sevmek, özlemek, korkmak, nefret gibi "soyut" sözcükler yazıda hiç yer almıyor. Sadece "somut" olaylar anlatılıyor. Çok basit bir dille tüm duyular harekete geçiyor.
Romanda, yer adları ya da bir tarih belirtilmiyor. İkizler, iyilik ya da kötülüğü kişiselleştirmiyor. Etik bir terazisi yok. Dolayısı ile olayların zemini çok hareketli.
İkizler, iyi olmak istemiyorlar. Kendilerince oluşturdukları bir Kutsal Kitap’ın emirlerine uyuyorlar. Körlük, sağırlık, açlık, işkence alıştırmaları yapıp, yeri geldiğinde başkalarına yardım ediyorlar. Savaşmaktan kaçan bir askere battaniye ve yiyecek bulup, tek istediği sevilmek olan Tavşandudak denen bir kıza –ki kız çok çirkin, ayrıca hırsız, ayrıca onlardan nefret ettiğini haykırıyor- yardım etmek için Papaz Efendi’ye şantaj yapabiliyorlar. Tehlikeli tipler… Kitapevi’nin sahibi onlardan nefret ediyor.
Papaz’ın hizmetçisi genç kız, onlarla ilgileniyor. Bir anne gibi davranıp onları yıkıyıp temizliyor, reçelli ekmek veriyor. Ancak aynı kız; savaş esirlerine ekmeğini verir gibi yapıp, alay edince Büyük Defter’in cezalarından biri ile karşı karşıya geliyor.
Yabancı subay, gramofon, kemik çukurundan gelen dayanılmaz koku savaşın İkinci Dünya Savaşı olduğunu anlatıyor.
“Tekrarlanmaktan sözcükler anlamlarını yitiriyor, içerdikleri acı da dinmeye başlıyor.” (sy.25)
............................................................................................
KANIT
AGATHO CRISTOF
AFA Yayınları  179 sayfa
Yirmi bir yıl sonra öğrendim. Kalan Lucas ve giden Claus imiş. Lucas Büyük Defter’in sayfalarına yazmak zorunda. Defteri Claus geri döndüğünde ona verecek. Kitapevinden bir tomar kareli kâğıt, kurşun kalem ve kalın bir defter almaya devam ediyor. Kitapevinin sahibi Victor onu Peter ile tanıştırıyor. Savaş bitmiş. Devrim kazanılmış ama her şey yasak.
Devlet işleri kiliseden ayrıldığı için Papaz insanların verdikleri ile yaşamak zorunda, yaşlı. Lucas ona yardım ediyor. Lucas’ın hayatına Yasmine ve yeni doğmuş, sakat Mathias girdiğinde felaketler ve acılar dinmiyor. Mathias, kambur, güçlükle yürüyebiliyor, diğerlerinden çok farklı ama Lucas’ın her şeyi. Claus’suz yaşayabilmesinin tek sebebi.
Lucas Mathias’a daha iyi kitaplar bulabilmeyi denediğinde savaş suçlusu olarak idam edilen ve savaş sonrası itibarı iade edilen Thomas’ın eşi Clara ile tanışıyor. Lucas, Clara’yı annesine benzetiyor.
Lucas, Anneanne’nin evini satıp kitapevinin bulunduğu binayı satın alıyor. Lucas ve Mathias burada Mahtias’ın annesi Yasmine ve Claus’u bekliyor. Lucas beyaz etiketinde “Mathias’ın Defteri” yazılı mavi defteri karıştırdığında boş sayfalarla karşılaşıyor. Defterin bazı sayfaları yırtılmış.
…Uykusuzluk çeken adam Lucas’a “Acılar diniyor, anılar köreliyor.” diyor. Ekliyor:
“Diniyor, köreliyor dedim ama kayboluyor” demedim. (sy.214)
...................................................................................
ÜÇÜNCÜ YALAN
AGOTHA CRİSTOF
AFA Yayınları 132 sayta
Önce geri dönüp dönüp Kanıt’ın bazı sayfalarını tekrar okuyorum. Kitabı elimden bırakamıyorum. Yeni bir yalana hazırım. Değilim!
“Ben yazdıklarınızın gerçek şeyler mi yoksa hayali şeyler mi olduğunu merak ediyorum.
Ona gerçek hikâyeler yazmak istediğimi söylüyorum, ama bir an geliyor, hikâye gerçekliği yüzünden katlanılmaz oluyor, bunun üzerine hikâyeyi değiştirmek zorunda kalıyorum. Kendi hikâyemi anlatmak istediğimi söylüyorum ona, ama yapamıyorum, cesaretim yok, hikâyem çok canımı acıtıyor. Bunun üzerine her şeyi güzelleştiriyorum, olayları oldukları gibi değil, olmasını istediğim gibi anlatıyorum.…
Bir kitap ne kadar hüzünlü olursa olsun bir hayat kadar hüzünlü olamaz.” (sy.267)
Diğerinin adı Claus değil Klaus imiş! Klaus Lucas müstear (takma) adı ile şiirler yazıyormuş. Bahsedilen Büyük Şehir, Budapeşte imiş. Çünkü Sarah “Gül Tepesi” semtinde oturuyormuş. Bunun mukabilinde her şey birbirine giriyor...
Üçlemenin özünü saklıyorum. Olmasını istediğim gibi yapmadığı için Agota Kristof’a, öneriyi yapan kişiye kızgınım. Kayboldum. Çok acı(t)masız yazar(lar) tarafından ele geçirilmiş durumdayım.
Önce sakinleyip, hemen ardından sürek avına katılıp tekrar üçlemeyi okuyacağım. Bu sefer, "ne olduğunu merak etmekten" öte, Agota Kristof’un nasıl bu kadar iyi kurgulayabildiğini, “gerçek-gerçek”, “yalan-gerçek”, “kurmaca-gerçek/yalan” söylemi ile bu kadar iyi başa çıkmasını, “iyi roman” ile "kötü roman” arasındaki farkın izini süreceğim. Bir dahaki sefer canım çok yanmayacak. Yanmamalı! Yazarın da dediği gibi;
“Tekrarlanmaktan sözcükler anlamlarını yitiriyor, içerdikleri acı da dinmeye başlıyor.” (sy.25)

..............................................................



YERALTINDAN NOTLAR
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
İş Bankası Yayınları  130 Sayfa
Bizi tek başımıza bırakın, elimizden kitapları alın o saat şaşkına döner, ne yana gideceğimizi, kimi sevip kimden nefret edeceğimizi bilemeyiz. İnsan olmak, yani gerçek, kendi vucuduna sahip, kanlı canlı bir insan olmak dahi bize güç geliyor; bundan utanıyor ayıp sayıyor,bildik, genel anlamda insan olmaya çabalıyoruz hep.





.............................................................
LARS VON TRİER
Jack stevensen
Agora kitaplığı 205 sayfa
Avrupa avangard sinemasının en önemli yönetmenlerinden sayılan Lars von Trier’i tanımak için eşsiz bir fırsat. Çocukluğundan asi gençliğine, eğitim sistemiyle uyuşmazlığından bütün yaşantısını etkileyen fobilerine, kısa filmlerinden ‘Dogma 95 Manifestosu’na, oyuncu yönetiminden özgürlükçü yapım şirketi Zentropa’ya kadar, von Trier adını taşılan gizemli karakterin eksiksiz bir haritasını çıkarmaya çalışıyor. “Ayrıca bu kitapta, ‘‘Bir film, ayakkabının içine kaçmış bir taşa benzemelidir,’’ sözüyle bilinen yönetmenin ‘‘Dalgaları Aşmak’’ ve ‘‘Dogville’’ gibi olay yaratan filmleri analiz ediliyor, basınla ve sinema endüstrisiyle klasik ilişkiler kurmayı tercih etmediği için provokatör olarak ünlenmesinin sebepleri gözler önüne seriliyor. Bunlara bağlı olarak, göklere çıkarmak ya da yeteneksizlikle suçlanmak şeklinde de olsa, niçin hiç kimsenin Lars von Trier’in filmlerine kayıtsız kalamadığı anlatılıyor...
..............................................................................

 SWAN'LARIN TARAFI
Marcel Prous

'... tıpkı Japonların, suyla dolu porselen bir kâseye attıkları silik kâğıt parçlarının, suya girer giermez çözülüp şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı, somut, şüpheye yer bırakmayan birer çiçek, ev, insan olduğu oyunlarındaki gibi, hem bizim bahçedeki, hem M. Swann'ın bahçesindeki bütün çiçekler, Vivonne nehrinin nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise, bütün Combray ve civarı şekillenip hacim kazandı, bahçeleriyle bütün kent çay fincanımdan dışarı fırladı.' Combray'de günbatımı, alışkanlık, iyi geceler öpücüğü, Françoise, ıhlamura batırılan madlen, Léonie Hala, kilise, Adolphe Amca, pembeli kadın, bahçede kitap okuma, akdikenler, mehtapta gezinti, sonbahar yalnızlığı, arzunun doğuşu, Balbec, zambak kokan oda, Verdurin'ler ve müritleri, Swann'la Odette'in karşılaşması, Vinteuil'ün sonatı, Swann'ın aşkı, kasımpatları, kıskançlık, yalan, bekleyiş, müziğin dili, Champs-Élyés'de karlı günler, Gilberte, hayal kırıklığı, umut... Ihlamura batırılan bir madlenle yeniden yakalanan, belleğin yaratıcı gücüyle yeniden canlandırılan bir geçmiş...


........................................................................................................................
ÇİÇEK AÇMIŞ GENÇ KIZLARIN GÖLGESİNDE
Marcel Proust
Paris'te, fazlaca ıstırap çektigim bir gün, Swann bana, "Okyanusya'daki
harikulade adalara gitmelisiniz; emin olun bir daha dönemezsiniz,"
dediginde, "Ama o zaman kızınızı bir daha göremem, onun hiç görmedigi
şeylerin ve insanlarin arasinda yaşarım," diye cevap vermek isterdim. Oysa
mantığım söyle diyordu: "Ne fark eder ki, madem üzülmeyeceksin? M. Swann birdaha dönmeyecegini söylerken, dönmek istemeyecegini söylemeye çalışıyor;
dönmek istemeyecegine göre, demek ki orada mutlu olacaksın." Mantığım,
alışkanlığın -şimdi bana bu yabancı odayı sevdirme, aynanın yerini,
perdelerin tonunu degistirme, saati durdurma görevini üstlenecek olan
alışkanlığın - başlangıçta hoşlamadığımız arkadaşları bize sevdirme,
yüzlere başka bir şekil verme, bir sesin tınısını sevimli kılma, kalplerin
egilimini degistirme görevlerini de yerine getirdigini biliyordu. Tabii ki
mekanlarla ve insanlarla yeni dostluklar, eski dostlukların unutuluşu
üzerine örülür; ama mantığım da zaten, hatırasını saklamayacağım insanlardan
temelli ayrı olacagım bir hayat fikrine korkmadan bakabilecegimi düşünüyor,
unutma vaadini kalbime bir teselli olarak sunuyordu, ama bu vaat aksine
kalbimin umutsuzlugunu kudurtmaktan başka işe yaramiyordu.
............................................................................

PROUST'UN PALTOSU


Marcel Proust 1922 yılında Kayıp Zamanın İzinde'yi tamamlamasının ardından hayata gözlerini yumduğunda arkasında düzenlenmesi gereken düzinelerce defter, sayısız mektup, eskiz, müsvedde ve elbette kişisel eşya bırakmıştı. Modern edebiyatın çehresini değiştiren bu büyük yazarın hayatına dair ayrıntılar bugün bile yeni bulgularla araştırmacıları şaşırtmaya devam ediyor.Zengin bir Proust okurunun, Guérin'in, giderek edebi bir saplantıya dönüşen hikâyesi, yetmişli yılların başında Kayıp Zamanın İzinde romanını filme çekmeye niyetlenen ünlü yönetmen Visconti'nin kostümcüsüyle yapılan bir röportajyla başlar. Bir Proust hayranı olan Guérin, hastalanınca bir rastlantı sonucu Proust'un kardeşi Dr. Robert Proust tarafından tedavi edilir ve bu durumu benzersiz bir fırsat olarak görür. Düşünceleri, yazdıkları ve cinsel tercihleri yüzünden ailede istenmeyen kişi olan Proust'tan kalan ve hoyratça sağa sola dağıtılan eşyanın, kimisi büyük bir umursamazlıkla yakılmış nice mektup, müsvedde ve kitaptan geride kalanların peşine düşer, kâh para vererek, kâh tatlı dille ikna ederek. Bıkmadan sürdürdüğü bu çabaların sonunda hiç ummadığı bir ödüle kavuşur: Proust'un yaşamının büyük kısmında sırtında olan, yazdığı gecelerde yorgan görevi gören paltosuna.

Proust'un Paltosu, her biri Marcel Proust'un, yazdıklarının ve geride bıraktıklarının bekçisi olmuş bir dizi şaşırtıcı ve unutulmaz karakterle zenginleşmiş, yitirilen ve bulunan, sıradan nesneler ve sıradışı arzularla dokunmuş ilginç bir öykü, Proust hayranlarına hoş bir sürpriz.
.............................................................................
GUERMANTES TARAFI  
Kayıp Zamanın İzinde

Marcel Proust   Yapı Kredi Yayınları
"Kendi seçimimizle, iki güçten birine teslim olabiliriz: biri, kendi içimizden, derin duygularımızdan kaynaklanır, öteki dışardan gelir. Birinci güç, beraberinde doğal olarak bir mutluluk, yaratan insanların hayatından yayılan mutluluğu getirir. Dışımızdaki insanları harekete geçiren dürtüyü bizim içimize sokmaya çalışan diğer kuvvet ise, beraberinde haz getirmez... Zaafları, kaygıları, tutkularıyla bir madlende canlanan burjuvazi... "Guermantes Tarafı", dev yapıt "Kayıp Zamanın İzinde"nin bir başka bölümü.
Guermantes Prensesi'nin daveti, Montmorency Düşesi'nin portresi, Albertine'nin öpücüğü, düşesin kırmızı pabuçları, büyükannenin ölümü.. Zaafları, kaygıları, tutkularıyla anlatıcının belleğinde yeniden hayat bulan burjuvazinin öyküsü.
................................................................................



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder